Cehennem bir cezadır, kötü amellerin cezası.. Orada, buradaki kötü işlerin cezası çekilecektir. Burada mü’min belli şeylere katlanarak, Cennet’e girme hüviyet, hal ve hususiyetini kazanamamışsa, bu iş bir mânâda tamamlanacaktır. Bütün bütün istidat ve kabiliyetlerini küfürle kaybetmiş kimselere gelince, onlarda en küçük bir maya olmadığından dolayı, Cennet hesabına onlarda bir mayalanma olmayacaktır. Bir şeyin içinde alkolleşmeye dair bir hususiyet varsa, onda bir fermantasyon olur, fakat, hiç böyle bir hususiyet yoksa, onda hiç bir ekşime görülmez. Aynen öyle de, Efendimiz (sav): “Zerre kadar imanı olan, cennete girer.” buyurur. Çünkü onun içinde onu Cennet’e ehil hale getirebilecek böyle önemli ve hayati bir cevher var..
Demek ki, burada seyrini tamamlayamamış, kavsiyelerini bitirememiş, miraçlarını yapamamış olanlar; buna karşılık, kabirden başlamak üzere, bir azap, bir işkence silsilesi içinde değişik bir seyre tâbi tutulacaklar. Buna göre bazı kimseler, hesaplarını kabirde bitirecekler. Meselâ; rüyalarına girdiği kimselere bazı hak dostları diyorlar ki: “Altı ay çektik bitti…” Tabii rüya doğru ise, maksat mukarrebin hesabıdır. Daha başkaları, kabir hırpalamasıyla hesap ve mîzan dağdağasından kurtulacaklardır. Bazılarının işi mahşere kadar devam edecek. Mahşerde sorgu-suale ya çekilecek veya çekilmeyecek. Sonra bazıları, cehenneme girecek -Allah bizi muhafaza buyursun- Onlar da burada fevt ettikleri şeyleri tedarike çalışacaklar. Allah orada çalıştıracak, sonra çıkaracak.. ama cehennemlik olarak yad edilecek ve cennete girecekler. Böylece burada almaları gerekli olan hüviyeti almış olacaklar.. Yani özlerine ulaşacak ve fıtratı asliyelerine kavuşacaklar. Neticede, dünyaya ilk geldikleri gibi temizliği yeniden elde edecekler.. ve Allah da onları Cehennemden alıp Cennet’e koyacak…
Cenâb-ı Hakk’ın Atâ Kanununu İzah Eder misiniz?
Atâ kelime olarak, lütuf, ihsan ve bahşiş demektir. İ’tâ da aynı kökden gelir.
Mevzumuzla alâkası ise atânın kaza ve kader ile alâkalı yönüdür. İnsan, şerri talep ederse, Cenâb-ı Hak da onun için o şerri takdir buyurur. Zaten insan hakkında yapılan takdirler onun iradesi hesaba katılarak yapılmaktadır. Mesela: Benim elimi kaldırmam daha ben elimi kaldırmadan önce hakkımda takdir edilmişse; Cenâb-ı Hak bunu benim irademi veya meylimi o istikamette sarfedeceğimi bildiğinden dolayı takdir etmiştir. Zira Cenâb-ı Hakk’ın ilim sıfatı bütün eşyayı -olmuşu ve olmamışı-, kendi zâtı da dahil her şeyi içine almaktadır. Binaenaleyh O, benim yapacağım işleri de biliyor ve ona göre takdirde bulunuyor; “Falan kulum elini kaldırmaya meyledecek ben de onu yaratacağım” veya “Ben bunu böyle yazdım” diyor. İşte bu kaderdir. Yani, bunun böyle yazılması kaderdir. Vakti gelip de benim elimi kaldırmam ise kazadır. O da hakkımda yapılan takdirin yerine getirilmesi demektir..
Atâyı ise şu şekilde anlayabiliriz: Meselâ kul, iradesini, meylini şer istikametinde sarfeder. Fakat, Cenâb-ı Hak o kulun güzel bir hali, kalbinin güzel bir durumu veya iyi bir davranışı sebebiyle ona hususi bir atâda bulunur ve şer işlemesine meydan vermez. Böylece daha önce hakkında verilen takdir infaz edilmemiş olur. Atâ kazaya, kaza da gidip kadere tesir eder. Fakat bütün bunlar Levh-i Mahv ve İsbatta cereyan eden şeylerdir. Yoksa ilm-i İlâhîde herhangi bir değişiklik söz konusu değildir. Levh-i Mahv ve İsbat, bir bakıma insanın hususi defteridir. Buralarda değişiklik söz konusu olabilir; fakat Levh-i Mahfuz-u Âzâm’da değişiklik söz konusu olmaz.
Atâ bir lütuftur. Lütuflarda ise istihkak şart değildir. Esasen meseleye bu zaviyeden baktığımızda bizim işlediğimiz bütün hasenelerin Cenâb-ı Hakk’ın atâsı olduğunu görürüz.
Cenâb-ı Hak Bizim Bu Dünyada Nasıl Hareket Edeceğimizi Biliyor. Emirlerine Uyup Uymayacağımızı da Biliyor. İmtihana Neden Lüzum Görüyor da Bizi Dünyaya Gönderiyor?
Evet, Allah nasıl hareket edeceğimizi biliyor, bununla beraber imtihan etmek için dünyaya gönderiyor, tâ sırtımıza yüklediği mükellefiyetlerle istîdat ve kabiliyetlerimizi inkişaf ettirelim. Evet, O bizi yaratırken, tıpkı madenler gibi yaratmıştır. Bakır madeni, kömür madeni, demir madeni, altın madeni, gümüş madeni.
Bunu, her şeyi var edip geliştiren Rabbimiz olarak yapmış. Nasıl bir sanatkârın mimarî ve estetik gibi kabiliyetleri, maharetleri olur. Ve o, bu sanat eseriyle görünüp bilinmeyi arzu eder. Aynen onun gibi; Cenâb-ı Hakk’ın da birçok isimleri ve bunların tecellîsi olarak sanatları vardır. İşte, bu çeşit çeşit sanatlarını insanların nazarlarına arz etmek için, bu meşhergâhı açarak gizli güzelliklerini izhar buyurmuştur.
Daha açık ifadesiyle, kömür madeninde isimler nasıl tecellî ediyor; demirde, altında, gümüşte nasıl kendisini gösteriyor; sonra insanın müdahalesi ile som altında, som gümüşte, mamûl demirde nasıl tecellî ediyor. Ve, bir adım atmakla, kömürün elmas olmasında -nasıl kendisini göstereceğini nazarımıza arz etmek için, çeşitli derece ve kademelerde- isimlerinin cilvelerini sergiliyor ve böylece, kendisini tam tanıyabilmemize, tam bir fikir edinmemize imkân veriyor. Evet, her şeyi yapan O’dur. Hem de, her şeyden binlerce meyve verdirerek…
Neticede O’nun bu icraatıyla insanlar tasaffi ediyor, saflaşıp berraklaşıyor ve Cennet’e ehil hâle geliyor. Yani, madenler altın oluyor, elmas oluyor, gümüş oluyor. Bu hususta Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyuruyorlar: “İnsanlar tıpkı maden gibidir. Cahiliyede hayırlı olanı, İslâmiyet’te de hayırlıdır.” Yani, cahiliyede izzetli, onurlu Ömer, İslâmiyet’te de, vakârlı, ciddiyetli, gönül sahibi, azametli ve aziz Ömer… Birinde, oldukça sert, oldukça haşin ve istediğini yaptırtan; öbüründe tevazu kanatları yerlere kadar ve insanların ayağının altında; fakat kâfirlere, fâcirlere karşı azîm, cesim bir Ömer!.. Cahiliye devrinde maden olarak nasılsa İslâmiyet’te de öyle.. Onun için; atak, canlı, dinamik insanlar gördüğümüzde arzu ederiz ki, Müslüman olsunlar… Çünkü cahiliyede aziz olan, İslâm’da da aziz olacaktır.
İslâm, -insan unsuru olan- bu madeni ele alır. Yoğurur; olgunlaştırır; som altın hâline getirir. Sahabi böyle som altın hâline gelmişti. Sonraları, değer ve ayar düşmeye başladı. 22 ayar, derken 21, 20, 18, 17, 15… Yirminci asırda Müslümanlar arasında 1 ayara kadar düşenler de oldu. Evet bu asır, o kadar cürûfu, züyûfu fazlalaşmış bir asır!..
Demek ki biz, dünyada imtihana tâbi tutuluyoruz; tasaffî edelim… Bu arada Allah (cc) ne yolla sâfileşeceğimizi biliyor da bizi imtihana tâbi tutuyor? -Hâşâ- O bilmediği şeyi bizden öğrenmek için değil. Yani O, bizi bizimle imtihan ediyor. Daha doğrusu biz kendi kendimizle imtihan oluyoruz.
Evet, biz cehd ve sa’y ettiğimiz, tasaffî etme yolunda bulunduğumuz; demir madeni isek demir olma; altın madeni isek, altın olma sevdâsına tutulup yoluna girdiğimiz.. evet, böyle bir gayretimiz olduğu takdirde Rabbimizin ezelde bildiği şeyin ortaya çıkmasına vesile olmuş bulunacağız. Ve, işte biz, bunlarla kendi kendimizi imtihan edip O’nun yüce huzuruna kendi durumumuzla çıkacağız. Kur’ân’ın ifade ettiği gibi “O gün onların elleri ayakları -ilâve edelim- gözleri kulakları, dilleri dudakları aleyhlerinde şehâdet edecek.” (Nûr, 24/24) Sen de bunu biliyorsan kendi kendinle imtihan olduğunu anlarsın. Allah (cc) senin durumunu -hâşâ- öğrenmek için imtihan etmiyor. Bilâkis seni sana gösteriyor ve seni, seninle de imtihan ediyor.
Kaynak: Buhârî, Menâkıb 41; Müslim, Birr 160
Bir yanıt yazın